Ya Sev Ya Terk Et!

Doğruya doğru; bir vakit üzerinde ciddi ciddi kafa yordum. Acaba bana da uğursuz mu geldi yoksa tam tersine uğur mu getirdi diye. Bir yargıya varamadım. Hâlâ da varamam. Bir şey demek zor. Ama neticede 13 Mayıs’ta uçmuştum işte ben. On üç!.. On üç Mayıs’ta, on üç kırk beş uçağında. Hatta inanmayacaksınız belki ama koltuk numaram da 13A’ydı! Evet! Hakikaten öyleydi! Tuhaf değil mi? Efendim? Koltuk numaram mı nasıl aklımda kalmış? E bazı şeyler unutulmaz çünkü! Unutamazsınız! 13 Mayıs, 13.45, 13A… Sene de 2007’ydi. Şahane bir Pazar günü. İlkbahar… Güneşli… Pırıl pırıl, masmavi bir Pazar sabahıydı. Dokuz gün kaldı, sekiz gün kaldı, dörttü, üçtü derken vakit gelmişti işte. Sonunda terminalin bir köşesinde dikilirken buluverdik kendimizi: Ben, kardeşim, annem, babam, vefalı arkadaşlarım. Karman çorman duygular içindeydik. Şaşkındık. Heyecanlıydık. Hüzünlüydük… Dedim ya hani, bazı şeyleri unutamazsınız diye, üzerinden o kadar zaman geçti bakın pek çok ayrıntı var hâlâ kafamda, hayal meyal de olsa var: O üzerinde dikildiğimiz koca bir satranç tahtasına benzeyen kesme taşlarla kaplı granit zemin, etrafımızdan geçip giden sivri topuklu ayak sesleri, meyve kokan bir parfüm esintisi; köşedeki kafede yalnız başına oturan lacivert takımlı ışıl ışıl bir adam, adamın masasında duran sütbeyazı dizüstü bilgisayar, dumanı üzerinde bir kahve fincanı, parlak deri kaplı ajanda, ele gelir nitelikte asil bir dolmakalem; sonra o inip kalkan uçakların tiz uğultuları, bu uğultulara karışan anonslar; terminali dolduran metalik gümüşi bir ışık; babacığımın giderayak hediye ettiği –benimse pek beğenemeyip de beğenmiş gibi yaptığım- kol saati; yeni aldığım kısa kollu beyaz gömleğim, onun olur olmaz enseme batan etiketi; babaannemin elime tutuşturduğu okuyup üflenmiş bir külah tarçınlı akide şekerinin genzimde bıraktığı tatlı yanma; tıka basa dolu çantamın omzumu acıtan kayışı, son anda çantamın içine atmayı akıl edebildiğim Orhan Veli… Anımsıyorum işte. Hepsini anımsıyorum.

“Ağlamak yok!” diyor annem. Başını iki yana sallıyor. Yeşil gözleri hafiften çiylenmiş. Yüzü buruşmakla buruşmamak arasında gidiyor geliyor. Dudaklarını ağzının içine çekiyor; ısırıyor, kendini sımsıkı sıkıyor kadıncağız. Sonra gene: “Ağlamak yok!” Artık bir tekerlemeye dönüşmüş bu iki sözcük. Kucaklaşıyoruz (Böyle sımsıcak kucaklaşabilmek için işin içinde hep veda mı olmak zorundadır?). Annemin yumuşacık mis kokulu saçlarının üstünden az geride sırasını bekleyen küçük kardeşime bakıyorum. Ketum. O hep donuktur böyle. Mesafelidir. Bana zerre benzemez. Tek çizgi oynamıyor yüzünde, en ufak renk vermiyor. Ama ben biliyorum: Benim yokluğumun onun sırtına bindireceği hesapsız yükü tartıyor. İstediği kadar saklamaya çalışsın, kafası allak bullak. Ya babam? Benim güzel babam? O kadar iyi niyetli adamdır ki babam… O kadar iyi… Bir o kadar da kötü oyuncudur esasen. Tanıyorum babamı. İnsan bir arkadaşını, bir dostunu yirmi yedi senede tanıyamamışsa ona “E! Pes be adam!” denmez mi? Elbette tanıyorum babamı! Çehresindeki o kırık dökük metanetin ardında derin bir öz hesaplaşmanın kırbaç şaklamaları yankılanıyor, duyuyorum: Benim yüzümden mi gidiyor oğlum? Bir şeyleri yeterince yapamadığım için? Teselliyi nereden bulduğunu da adım gibi biliyorum babamın: Bir Çağan Irmak filminden; Babam ve Oğlum’dan: “Görüyon mu Hüseyin Efendi? Gitçem diyen adamın önünde dağ olsa durmaz.”

Ceyhan, Alperen, Selim, Mustafa. Yalnız bırakmadılar beni; sürpriz yaptılar. Sözüm ona sürpriz… Ben onların geleceğini biliyordum, onlar da benim onları beklediğimi. Eller uzatılıyor, enerjisini gençlik çarkından alan bir kuvvetle sıkı sıkıya toka ediliyor. Erkekçe öpüşülüyor, sırtlar pat patlanıyor. Ayaküstü bir iki şaka. Heyecanlılar. Hatta sevinçliler bile! Onlar işe ‘serüven’ tarafından bakıyorlar çükü, ‘ayrılık’ tarafından değil ki. Yalnız Mustafa’da hissedilir bir suskunluk, bir tutukluk… İçimizde gitmek isteyen hep o olmuştu; fakat talih bana güldü, üstelik de hiç hesapta yok iken. Buruktu Mustafa.

Babamın kolu annemin gövdesini sımsıkı sarmış; annem, bir ayıbını örtercesine gözyaşlarını saklıyor; küçük kardeşimin sarımtırak yüzünde zorlama bir gülümseme; arkadaşlarım dimdik, gözlerinde cesaret aşılayan parıltılar. Ve havada asılı kalmış kanatlar gibi pır pır çırpınan sıcacık eller…

Sırtımı onlara son kez döndüğümde zihnimde kalan fotoğraf bu işte. Yürüyorum. Hüzün yüklü bu kocaman fotoğrafın gölgesi altında yürüyorum. Tuhaf bir heyecanla… Tuhaf bir kederle… Karmakarışık. Nerede olduğumun, ne yaptığımın belki de farkında bile değilim. Ağlamalı mıyım? Tebessüm mü etmeliyim? Bilmiyorum. Bilincinde olduğum en somut gerçek, peşinden bavullar sürüklemekte olan bir kalabalığa ağır ağır karışmakta olduğum. Bir adım, iki adım, üç adım… Fırıl fırıl dönen onlarca bavul tekerinin armonisi kulaklarımda hipnotik bir yankıyla uğulduyor. Dört adım, beş adım… İşte, o sıra bir şeyler uyanıveriyor içimde. Bir şey dürtüyor beni sanki, damarıma basıyor. Avucumun içinde öylece duran pasaportum ansızın parmaklarımın arasında kıskıvrak boğazlanırken buluveriyor kendini; hınç dolu sıkıyorum; hani canı olsa laciverdi gidecek, mosmor kesilecek. Sıktıkça sıkıyorum. Kaşlarım alabildiğine çatık, dişlerim kenetlenmiş, göğsüm şişmiş. Bakışlarımdan elektrik deşarjına benzer kıvılcımlar saça saça “Ben!..” diyorum. Sesim hırıltılı bir homurdanmadan farksız. Üstüne basa basa “Ben söz veriyorum!” diyorum, “Ülkem için iyi bir şeyler yapmadan ölmeyeceğim!” İki elimde iki yumruk var şimdi, kemikli parmaklarımdan pörtlemiş yemyeşil damarların içinde gürül gürül delikanlılık akıyor, idealistlik akıyor, adrenalin akıyor. Aynı esnada, ritminde en ufak bir aksaklık olmayan adımlarım beni çıkış kapısına doğru taşımaya devam ediyor. Az ötede, körüğe yanaşmış bir uçağın devasa kuyruğu gözükmekte. Kırmızılı, beyazlı… Bense kendi dünyamdayım; üzerime çamur gibi atılmış asılsız bir iftiraya itiraz edercesine ateş püskürüyorum: “Hayır! Ben ülkemi terk etmiyorum!

“Gidiyorum; ama ülkemi terk etmiyorum ben!”

* * *

“Bal gibi de terk etmek!” diyor, “Bizimkisi bal gibi terk etmek!”  Bunu söylerken yüzünde –evet, özellikle dönüp baktım- en ufak bir keder, ağzından çıkanı önemsediğine dair en ufak bir işaret yok. Levent Bey senelerdir kapağı açılmamış toz içinde bir kitabın final pasajını ezberden okurcasına rahat ve tereddütsüz. Bir o kadar hissiz. Duyarsız… Ama kendi adına konuşsun! Kabullenecek değilim ya! Kibarlığımı bozmadan sesimi azıcık yükseltiyorum: “Ben ülkemi terk etmedim. Sadece ikamet adresimi değiştirdim.” Levent Bey kırçıl top sakalının içinden gevrek gevrek gülüyor. Gücüne(!) aşırı güvenen insanların kazanılmış haklarından biri de, size sadece tenezzül ettiklerinde cevap verebilmektir. Bir müddet hiç konuşmuyoruz. Yürüyoruz. Önümüzde bir patika uzanıyor. Geniş ve gür bir çayırlığı keserek solumuzdaki kocaman göledin etrafını dolanıyor patika. Göledin üzeri çarşaf gibi, kıpırtısız; rengi koyu lacivert. Epey derin olmalı. Havada taptaze ıslak çimen kokusu var. Az ötemizde Levent Bey’in parlak siyah tüylü Labrador köpeği. Kocaman ağzından dilini sarkıtmış, meraklı burnu oradan oraya zikzaklar çiziyor. Oyuncu bir şey bayağı. Bazen ok gibi fırlıyor, bir kelebeğin peşine takılıyor; bazen gölün kıyısında çakı gibi dikilip suyun üstünde yüzen ördeklere havlıyor. Ta karşıdaki ağaç kaplı tepelerden yankılanıyor havlamaları. Levent Bey gözlerini kısmış, sadece kendi bildiği bir mekân-zamana dalıp gitmiş. Bir eli pantolonunun cebinde, öbür eli bej renkli kazağının üzerinden kahvaltıda yediği yağda yumurtaların, tuzlanmış domuz eti dilimlerinin –ki gerçekten çok lezizdiler-, çıtır çıtır tost ekmeklerinin ve üst üste içtiği iki fincan ekspressonun şişirdiği yuvarlak göbeğini sıvazlıyor. Dudaklarının arasında ‘İşte buna puro derler!’ dedirtecek cinsten bir puro. Vapur bacası gibi tüttüre tüttüre gidiyor Levent Bey. Gölün karşı kıyısına kayıyor ilgim, alıcı gözüyle tarıyorum. Oradaki müstakil evlerden biri de Levent Bey’in villası. Tek katlı; beyaz badanalı olan. Kapısında siyah arazi cipi duran var ya, o ev işte. Nasıl ama? Harika değil mi? Mis gibi hava; gürültü yok, stres yok; tabiatın içindesin. Süs havuzlu bahçen, bakımlı çiçeklerin, göl manzaralı veranda, iki adım önünden göle uzayan ahşap iskele, iskeleye bağlı motorlu kayığın… Böyle bir eve sahip olmak, böyle bir evde yaşamak ne kadar güzel olurdu…

“Oğlum bak; kandırma kendini.” diyor Levent Bey ansızın. O durunca ben de durmak zorunda kalıyorum. Hayırdır inşallah? Geniş cüssesini bana çeviriyor. Parmakları arasında tüten purosunu şef sopası gibi sallaya sallaya konuşuyor. Sesinde bilmiş, hafif de küçümser bir ton var: “Düşündün mü hiç? Kimin için çalışıyorsun sen? Ha? Kraliçe için! Nerede yaşıyorsun bakim? Bir adada. Vatanım dediğin yerle şu kadarcık dirsek teması bile olmayan bir adada! Basıp gelmişsin. Ananı babanı da bırakıp.” Ben hemen “Şartlar…” diyerek araya girecek oluyorum fakat o fırsat vermiyor ki: “Hem küçümseme; az buz da değil; kaç sene olmuştu sen geleli? Yedi mi? Sekiz mi? Efendim? Her neyse… Ya oğlum onu bırak, üstelik bir de hanımköylü oldun zaten sen! Yahu Can diye çağırdığın John adında bir oğlun var senin! Hah! Can diye çağırdığın, John adında bir oğul!”

İşte senin kimlik kartın, al! ŞIRAK!

Aynen bu manaya geliyor Levent Bey’in sözleri. Bangır bangır bunu demeye getiriyor: İşte senin kimlik kartın; al! Al da bakıver! Suratıma tokat gibi çarpıyor. Afallıyorum. Kendimi savunacak tek kelime bulamıyorum. Hem ne diyebilirim ki? Öylece kalakalıyorum adamın karşısında. Ne denli bozum olduğumun pekâlâ farkında Levent Bey. Gözlerini dikmiş bana; o alay dolu, bilgiç gözlerini; dumana boğduğu kocaman kahkahasını suratıma savuruyor(Levent Bey’in lafı gediğine koyduğu zamanlar attığı kendine özgü, meşhur bir kahkahası vardır; yapış yapıştır.): “Kih! Kih! Kih!”

Peşinden tıpkı mindere çektiği hasmını tuşa getireceğine güveni tam bir güreşçi rahatlığıyla kulağıma eğiliyor yavaşça. Kahve ve tütün kokusunun karıştığı sıcak nefesini duyuyorum. Havada hissedilir bir ağırlık, basık bir ciddiyet hâkim şimdi. Sır verir gibi kulağıma mırıldanıyor: “Kızma birader ama bunun adına düpedüz terk etmek denir. Anladın mı? Terk etmek! Ülkeni terk etmek!”

Kıpkırmızı kesiliyorum. Gözlerim süzülerek yere iniyor. Yüzümü saklamak istercesine ayağımın dibindeki çimenleri seyrediyorum boş boş. Levent Bey tıpkı muzaffer bir komutan(!); arkasına bakmadan bizden artık epeyce açılmış köpeğine ıslıklar çala çala uzaklaşıyor yanımdan. Ben kımıldamıyorum; kımılda-ya-mı-yor-um! Gövdem demir bir çıpa gibi ağır. Bastığım toprak sanki beni dizlerime kadar yutmuş. Yuttukça daha da yutmak istiyor sanki!

“Ama ben söyleyeyim sana. Bak; neden terk ettiğini söyleyeyim.” Başımı kaldırıyorum: Levent Bey; orada, yedi-sekiz adım ötemde dikilmiş bana sesleniyor. Sahne âdeta ona kalmış, sanırsınız personel toplantılarının kapanış konuşmalarından birini yapıyor (Levent Bey parlak bir konuşmacıydı gerçekten; kıvrak diliyle karayı ak yapabilen konuşmacılardan.):

“Çünkü sevmedin.” diyor. ‘E! Ne yapalım yani!’ dercesine omuzlarını silkerek, kaşlarını kaldırarak söylüyor bunu. Alabildiğine pişkin. Purosundan puf puf nefeslenmesi geçsin diye kuzu gibi bekliyorum. Sonra yarı şaka yarı ciddi soruyor:

“Senin memleketin sevimli bir yer miydi?”

Sevimli derken? Nasıl sevimli? Anlamaz gözlerle bakıyorum Levent Bey’e. Başını çeviriyor. Göledin derin lacivert sularını uzun uzun süzüyor. Besbelli, bir şeylere gebe bu suskunluk. “Öhö! Öhö!” Boğazını temizliyor, göğsünü şişiriyor. Görseniz namluya mermi süren bir silahşor sanırsınız. Gözlerini göletten kaçırmadan son derece etkileyici bir vurguyla, son derece yürek titreten bir sesle “İnsanın vatanını sevebilmesi için oranın sevimli bir yer olması gerekir.” diyor. Bilinçli bir es veriyor, bakışlarını dosdoğru üzerime dikiyor, peşinden de ekliyor: “Edmund Burke.

Bir ördek öbeği kanatlarını pat pat vurarak suyun üzerinden havalanıyor. Gerisi yalın bir sessizlik. Levent Bey de, ben de tek bir kelime etmiyoruz. Birbirimizin yüzünde koyu bir sise dalmışçasına kaybolup gidiyoruz. Konu kapandı mı, söylenecek başka bir söz var mıydı kestirmek güç. Geçmek bilmeyen bu gerilimli havayı gene Levent Bey dağıtıyor; elini bacağına şaklatıp babacan bir buyurganlıkla “Haydi!” diyor, önümüzde uzayıp giden patikayı başıyla işaret ediyor, “Benim Sevim iyice esir almıştır senin kızcağızı, yetişelim!” İtaatkâr, uysal bir çocuk gibi boyun eğiyorum, koşar adım yetişiyorum Levent Bey’e.

Yol boyunca Levent Bey anlatıyor, ben dinliyorum. Bay Wellington’un projem için söylediği övgü dolu sözleri duyunca-elbet sadece Levent Bey ile benim aramda kalmak şartıyla- gururum epeyce okşanıyor. Omuzlarım kabarıyor tekrardan. Yüzüme kan geliyor, toparlanıyorum. Bay Wellington “Bu çocuk, üzerine oynanabilecek bir at.” demiş benim için. Levent Bey “Gözüne girmişsin adamın, belli.” diyor, “Senin projeyi ben de destekliyorum, biliyorsun bunu; yalnız birkaç değişiklik yapmamız lazım. Şöyle ki…” Sonrası rakamların havada uçuştuğu uzun bir monolog. Enine boyuna anlatıyor Levent Bey.

İlkin can kulağıyla dinliyorum Levent Bey’i. Fakat çok geçmiyor; bambaşka bir düşüncenin ağına takılmış buluyorum kendimi: İnsanın vatanını sevebilmesi için oranın sevimli bir yer olması gerekir. Vatan… Sevimli… Türkiye… İstanbul?.. Zihnimin ücra bir köşesinde âdeta halvete çekiliyorum. Levent Bey’i duymuyorum bile artık; anlattıkları monoton bir uğultuya dönüşüyor, kulağıma çarpıp geri sekiyor. Kendi kendimleyim, alçak sesle tekrar tekrar soruyorum: “Neden terk ettim ülkemi ben? Ama ‘gerçekten’ neden? Ha? Neden? Hakikaten sırf artık yeterince sevmediğim için mi? Ha? Soranlara hep ‘Şartlar öyle gerektirdi.’ deyip durdum. ‘Hayat…’ dedim, ‘İnsanı nereye sürükleyeceğini bilemezsin.’ Kader mağduru gibi öne sürdüğüm bu mazeretler esasen ülkemi sevmediğim ve bu yüzden de karşıma çıkan ilk fırsatta kaçıp gittiğim gerçeğini –en başta da kendimden- saklamak için örttüğüm bir şal mıydı yoksa? Sevmedim ve terk mi ettim? Yooo(!). Olur mu hiç! ‘Ben ülkem için iyi bir şeyler yapmadan ölmeyeceğim!’ ‘Gidiyorum; ama ülkemi terk etmiyorum ben!’ Hah! Laf! Laf-ı güzaf! Peki… Peki… Peki ama… Ya geride kalanlar? Yani gidebilecek tüm olanaklara sahipken orada, Türkiye’de kalmayı yeğleyenler? Onlar bayılıyorlar mı Türkiye’ye? Çok mu sevimli buluyorlar? Onun için mi inatla kalıyorlar orada? Peki, o zaman niye ‘Boş ver… Gitmekle en iyisi yaptın sen! Vallahi en iyisini yaptın!’ diyorlar madem? Evet; aynen böyle diyorlar! Türkiye’yi her ziyaret ettiğimde, ne vakit konu memleketten açılsa, gitmekle en iyisini yaptın, boş ver diyorlar, bizden adam olmaz, diyorlar. E siz de gidin o halde! Durmayın, gidin! O kadar kızıyorsanız, o kadar katlanılmaz buluyorsanız, o kadar gelecek vaat etmez buluyorsanız siz de gidin! Samimiyseniz eğer siz de gidin! Yok; eğer samimi değilseniz… Niye böyle konuşuyorsunuz o halde? Niye en iyisini yaptın diyorsunuz? İyi ki gittin, diyorsunuz? Yoksa… Yoksa sırf üzülmeyeyim diye mi? Hı? Sırf beni teselli etmek için? Çekip gittim ya hani(!)? Ülkemi terk ettim(!) ya hani? Kendimi suçlu hissetmeyeyim diye. Sırf üzülmeyeyim diye?

* * *

“Üzme kendini abi. Zaten burada olsan da çok bir şey yapamazsın.” Kardeşim… Telefonun öbür ucunda. Sesi buz gibi. Orada olsam da bir şey yapamazmışım; böyle diyor. Burnumun direği sızlaya sızlaya kendimi inandırmaya çalışıyorum buna. “Peki,” diyorum, “Peki.” Altı gün sonra geliyor acı haber. Bir toplantı esnasında. Upuzun ağaç masanın üzerindeki cep telefonum titreşiyor. Elimde tombul bir gazlı kalem, üzerine inişli-çıkışlı bir grafiğin çizili olduğu beyaz tahtanın başındayım. Sözümü yarıda kesip masadakilerin toy bakışları altında telefonuma uzanıyorum. Bakıyorum. Kardeşimden bir kısa mesaj: “Babamı kaybettik.”

Bulduğum ilk uçakla İstanbul’da, babamın cenazesinde alıyorum soluğu. Vardığımda her şey ayarlanmış; camii, hoca, yer… Babamın hastalığında yapabildiğim tek somut şey olan «tedavi masrafları için para gönderme»yi, ölümündeyse bana bırakılan o son vazife takip ediyor: Onun kefene sarılı bir deri bir kemik kalmış bedenini mezara indirmek. Nemli toprak kokusunun hücrelerime kadar sindiği o iki metrelik daracık çukurun içine babamın naaşını yatırırken, kardeşimle bir an için göz göze geliyoruz. Düşünün: Ben, küçük kardeşim ve karşılıklı iki ucundan tuttuğumuz ‘babamızın bembeyaz kefeni.’ Kardeşimin o bir anlık bakışında ateş püsküren bir kırgınlık okuyorum. Bencillikle suçlayan hatta bana ‘Sahtekâr!’ diye fısıldayan bir parlama. Hani… Hani ikinizin de eli taşın altındadır, fakat taşın asıl ağır tarafı sizden değil öbüründen yanadır, siz de taşıyormuş gibi yaparsınız ve dışarıdan bakanlar bunu anlayamazlar. Siz sadece dostlar alışverişte görsün diye elinizi uzatmışsınızdır. İşte; kardeşimin o bakışında aynen böyle bir itham sezinliyorum ölü babamızın ağırlığı altındayken. Yüreğime oturuyor bu. Babamı kaybetmiş olmamın tüm matemini gölgeliyor.

Merasimin sonunda kardeşimle yan yana dikiliyoruz. Sade bir kalabalık önümüzden sıra halinde ağır ağır akıyor. Senelerdir görmediğim yüzler; eş dost, akraba, konu komşu, babamın eski arkadaşları… Teker teker taziyelerini kabul ediyoruz. Yalnız bir şey var… Tuhaf bir şey. Bana kuru bir “Başın sağ olsun.” demekle yetinenler neden kardeşimle bu kadar çok alakadar oluyorlar? Bana göstermedikleri yakınlığı, samimiyeti, şefkati neden kardeşime bu kadar fazla gösteriyorlar? “Yapabileceğimiz bir şey olursa hiç çekinme!” diyorlar kardeşime; banaysa kuru bir başsağlığı ve resmî bir tokalaşma. Sebep(!)? Açıkçası kanıma dokunuyor. Dışlanmış hissediyorum; sanki birlik olmuşlar, babamın evladı olmaktan beni azletmişler! Ne hakla! Kimsiniz siz ya! Ha? Şu karşıdaki başörtülü kadınlar peki? Ne fısıldaşıyorlar kendi aralarında öyle! Kaçamak bakışlarla beni süzüp süzüp bir şeyler diyorlar. Besbelli arkamdan konuşuyorlar! İçlerinden biri de Sümbül Teyze. Ta çocukluğumu bilir o. Gülümseyip selam veriyorum başımla, yüzünü kaçırıyor! Herkeste bir gariplik? Bir tuhaflık! Bir tavır! Neyiniz var? Ne oldu? Hayırsız evlat mı demeye getiriyorsunuz? Ha? Gittim diye? Ha? Hani en iyisini yapmıştım gitmekle? Canınız cehenneme! Hepinizin canı cehenneme! Yüzüme ateş basıyor, ellerim vıcık vıcık terliyor. Allah’ım… Allah’ım lütfen! Lütfen bir an evvel bitsin bu cenaze artık!

O anda omzuma sıcacık bir el dokunuyor. Kin ve matemin, içinde girdap gibi döndüğü bakışlarımı kaldırıyorum: Mustafa? “Başımız sağ olsun kardeşim.” diyor. Evet, o! Mahalle arkadaşım, çocukluk arkadaşım Mustafa! Değişmiş, yaşlanmış … Ama o işte! Kuduruk bir denizin dalgaları arasında boğulmak üzereyken tutunacak tahta parçası bulmuşçasına bir coşkuyla elimi uzatıyorum Mustafa’ya. O, elimi tuttuğu gibi kendine çekiyor, sımsıkı kucaklıyor beni. Sımsıkı! Mertliğin, delikanlılığın, vefanın ete kemiğe büründüğü parmaklarını ta kürek kemiklerimde hissediyorum. Tüm samimiyetiyle, tüm dostaneliğiyle kucaklıyor.

Ferahlıyorum.

* * *

“İşte… En son orada görmüştüm onu… Babamın cenazesinde… Çok olmuş be Ceyhan.” diyorum.

Ceyhan kaşlarını kaldırıyor, ekşi bir şaşkınlık beliriyor yüzünde: “Hakikaten çok olmuş be oğlum… “ Sesinde ayıplayan bir tını var.

“İhmal ettik.” diyorum mahcup bir ifadeyle, başım efkârlı efkârlı iki yana sallanıyor.

“Yahu keşke…” diyecek oluyor Ceyhan; ama lafın gerisini getirmiyor. Susuyor. Birlikte susuyoruz. Aramızda sözleşmişiz gibi, oturduğumuz halde birkaç dakikalık saygı duruşuna duruyoruz sanki. Dalıp gidiyoruz. Sonra Ceyhan çatallı, titrek bir sesle “Mustafa hakikatli çocuktu, çok hakikatli çocuktu!” diyor. İç geçiriyor. Kıvrak bir manevrayla aramızda duran cam sehpanın üzerindeki kristal viski bardağına uzanıyor, kaptığı gibi havaya kaldırıyor, “Haydi! Mustafa’ya ağabeycim!”

“Mustafa’ya Ceyhan!” diyorum; hüzünlü bir tebessümle bardaklarımızı tokuşturuyoruz.

“Oh, iyi gitti yahu!” diyor Ceyhan. Bardağında dönen alev renkli girdabı gözleriyle alkışlıyor, “Viski de viski hani!” Gevşeyerek arkasına yaslanıyor. Keyifle etrafını süzüyor. “Yahu, şahane mekân be oğlum burası! Hakikaten tam yaşanacak yere demir atmışsın sen!” diyor.

Hakkı var.

Gerçekten güzel yerde yaşıyorum. Herkese nasip olmaz. Ama bileğimin hakkıyla elde ettim bunu! Çalıştım! Çok çalıştım! Gece demeden, gündüz demeden… Takdir ettiler. Takdir etmesini bildiler! Terfi üstüne terfi aldım. Bay Wellington’un tuttuğu sayılı adamlardan biri oldum. Kazandım. İyi kazandım. Levent Bey, beni her zaman desteklemiş olan Levent Bey, emekliye ayrılıp sürpriz bir şekilde memlekete geri dönme kararı aldığında villasını satmaya niyetlendi. Konuştuk. Anlaştık. Ben aldım. Üstüne bir kat daha çıktım. Epey bir para harcadım; dayadık, döşedik. Eşimle(Clara anlar bu işlerden) ve oğlumla en ince detayına kadar kendimiz ilgilendik, -mobilyasından, duvardaki yağlıboyalara kadar- âdeta baştan yarattık. Ceyhan’la hanımı da Türkiye’den gelen ilk misafirlerimizdi.

“Hayat işte bu be ağabeycim! Bir de bize bak! Sürünüyoruz İstanbul’da! Zaten memleketin durumu da artık iyiden iyiye batağa gidiyor. Bu adamların yüzünden…”

Ceyhan böyle deyince ben hiç düşünmeden, gayet tabii bir refleksle kesiyorum: “Şikâyet edeceğinize bir şeyler yapın!” Pat diye kaçıyor ağzımdan. Ceyhan bir duralıyor, hiç ses etmiyor; ama soğuk bir hava estiğini hissediyorum aramızda.

“Ne demek o şimdi!?” Ceyhan bu; hiç altta kalır mı! Son derece kabadayı, gözdağı veren bir tavırla soruyor. Dik bakışlarında öyle bir mana var ki alenen meydan okuyor bana. Hahhah! Güya beni korkutacak! Eskidendi o Ceyhan! Çektiği mindere gelmekten kaçmıyorum. Hem niye kaçacakmışım ki! Küçümseyen, kışkırtıcı bir gülücük atıyorum. “Ne mi demek? Bak,” diyorum, “Bak ben sana bir şey söyleyeyim. Benim resim kabiliyetim yoktur, bilirsin; ama karikatür çizebilecek olsam, durumu aynen şöyle tasvir ederdim.” Peşinden de zihnimde çok önceleri tasarladığım bir karikatürü sözle ifade etmeye koyuluyorum.

Karikatür: Mustafa Kemal Atatürk’ü, uzayıp giden asfalt bir yolda elinde sigarası düşünceli düşünceli yürürken görüyoruz. Yolun nereden geldiği belli olmuyor; ama sonu ufka, Güneş’e uzanıyor. Ata epeyce mesafe kat etmiş, epeyce yürümüş; gerisinde bıraktığı sayısız ayak izine bakınca bunu hemen anlıyoruz. Öyle ki, Ata sadece yürümekle kalmamış âdeta rotasını işaretlemiş. Rugan pabuçları yere her bastığında göz alıcı ışıltılar saçan hayli belirgin ayak izleri bırakmış. Bu derin izlerden bıraka bıraka kararlı adımlarla ilerliyor Ata. Karikatürün hemen sağ alt köşesinde başka bir adam daha gözümüze çarpıyor; sanki hedef küçültürcesine sinivermiş bir adam. Aslında kılık kıyafetiyle, saçı başı tıraşıyla tanıdık bir sima. Kimliğini apaçık belli eden alegorik bir karikatür tipi bu; çok bildik. Bir gözüyle Ata’yı kolluyor, öbür gözü Ata’nın ayak izlerinde. Kafasından bir konuşma balonu çıkmış adamın: “ATAM İZİNDEYİZ!” diyor. Göğsünü abartılı bir biçimde kabartmış bunu söylerken. Fakat çenesine doğru sivrilerek küçülen yüzünde Şeytani bir tebessüm hâkim. Adamın bir elinde fırça, öbür elinde de teneke bir kova var. Arkasında saklamaya çalışıyor ikisini de. Tuttuğu fırçanın ucundan şıpır şıpır katran damlıyor. Önce bir şey anlayamıyoruz. Fakat dikkatli baktığımızda adamın, Mustafa Kemal Atatürk’e ait o pırıl pırıl ayak izlerini boyamakta olduğunu fark ediyoruz. Karaya boyuyor adam; Mustafa Kemal Atatürk’ün bıraktığı o ışıl ışıl izleri katranla karaya boyuyor. Görünemeyecek hâle getiriyor. Bir yandan sinsi sinsi boyuyor böyle, bir yandan da el pençe divan tavırlarla: “ATAM İZİNDEYİZ!” diyor.

Bakıyorum, Ceyhan’ın keskin dudaklarında beğeni belirtisi olan bir gülümseme filizlenmiş.

“İyiymiş,” diyor. Ben, ister istemez kibirleniyorum. O, ağır ağır başını sallayarak: “Güçlü bir anlatım. Hoş. Harbiden hoş. Çizebilsen güzel olur.” diyor. Sesi son derece temkinli, kontrollü.

“Sağ ol. Hoş bulmana sevindim, evet; ama neden hoş buldun biliyor musun? Çünkü,” diyorum, “çünkü sen de bu gerçeğin apaçık farkındasın.” İçimde tuhaf bir saldırganlığın kabarmakta olduğunu duyumsuyorum; birikmiş bir şeylerin hıncını Ceyhan’dan çıkarmak istiyormuşum gibi üzerine gidiyorum Ceyhan’ın: “İşte! Acı olan taraf da bu zaten! Tüm olan bitenin farkındasın, hepiniz farkındasınız, fakat kılınız kıpırdamıyor! Tek yaptığınız konuşmak, şikâyet etmek, eyleme geçmeyen entelektüel fikirler yumurtlamak. Senelerdir değişmedi bu. Köşe yazarları yazar, çizer; siz de oturduğunuz yerden kelime kelime okur, sonra bir araya gelip mahalle karıları gibi vıdı vıdı vıdı vıdı… Kim daha çok biliyor, birbirinizle sidik yarıştın anca! Bak! 2023’e geldik Ceyhan! 2023! Bundan on sene evvel, yirmi sene evvel, otuz sene evvel gene aynı mevzular, aynı hadiseler…  Yahu ne değişti! Neyi değiştirdiniz! Yok, efendim memleketin durumu artık iyice batağa gidiyormuş, yok hep bu adamların yüzündenmiş… Bırak Allah aşkına! Bırak!”

Gıkı çıkmıyor. Hayret kokan bakışlarla öylece süzüyor beni. Diyecek tek bir sözü yok! Hem ne diyebilirmiş ki? Yalan mı söylediklerim? Dikkatim bir an için Ceyhan’ın beyazlamış favorilerine kayıyor, gözakındaki sarılıklara, şakaklarında uzayan kazayağı kırışıklara, iyice seyrelmiş tel tel saçlarına… Aynı yaşta olmamıza rağmen bana kıyasla ne kadar çökmüş olduğunu fark ediyorum Ceyhan’ın. Ateşi sönmeye yakın bir mum gibi karşımda duruyor.

Oturduğum bambu koltukta rövanş kazanmış muzaffer bir komutan ferahlığıyla arkama yaslanıyorum. Elimdeki viski kadehiyle ufak daireler çiziyorum havada. Viskinin içindeki buzlar şıkırdıyor. Lafım bitti mi? Bitmedi! Ceyhan’ın yüzüne bakmadan, az sonra başıma geleceklerden habersiz, onun deli damarına basmama neden olacak cümleyi alabildiğine pervasızca salıveriyorum:

“Şeytanın zafer kazanabilmesi için gereken tek şey, iyilerin hiçbir şey yapmamasıdır.” Bilinçli bir es veriyorum, peşinden de ekliyorum: “Edmund Burke.”

O ana dek buz kesmiş bir heykel kadar kıpırtısız duran Ceyhan bir çırpıda viskisinin geri kalanını boğazından aşağı yudumluyor, boşalan bardağını hızla cam sehpaya vuruyor, hışımla ayağa fırlıyor. Ağzından tükürükler saçarak, herhalde biraz da alkolün etkisiyle âdeta kan kusmaya başlıyor: “Bana bak kardeşim! Bana bak! Senin için konuşması kolay! Tamam mı! Tuzun kuru burada! Fildişi kulende… Sermişsin postu! Oturduğun yerden… Yahu… Yahu hem… Hem ne hakla konuşuyorsun ki sen! Ha? Ne hakla!”

Üzerime yürüyor; bir adım, iki adım; dövecekmiş gibi tepemde dikiliyor Ceyhan. Beklemediğim bu çıkış karşısında taş kesiyorum. Ceyhan, oturduğum koltuğun kolçaklarına kocaman yumruklarını dayıyor, aramızda bir karış kalacak şekilde yüzüme doğru eğilirken onun aslan kesmiş cüssesi altında esneyen bambu sandalyenin gıcırdayışını duyuyorum. ‘Yanlış yaptın!’ der gibilerinden gözlerimin içine baka baka kafasını sallıyor:

“Allah’ını seversen, söylesene, peki sen ne yaptın? Ha? Hadi diyelim biz bir halt edemedik, hadi düzeltemedik memleketi, anca vıdı vıdı konuşmasını bildik; peki sen ne yaptın kardeşim? Ha ne yaptın? Çektin gittin! Terk ettin oğlum! Terk ettin! Biz en azından kaldık, sırtımızı dönmedik.”

Derin bir nefes alıyor Ceyhan. Kendi kendini evetlercesine başını sallayarak bizim verandayı, havuzlu bahçemizi, göle uzayan iskeleye bağlı motorlu teknemizi süzüyor. Yumuşak ama son derece de iğneleyici bir tonla devam ediyor:

“Ama… Ama bravo! Vallahi bravo! Çuvalını güzel doldurmuşsun burada, bravo! Dört dörtlük de entegre olmuşsun heriflere! Hey gidi günler hey!.. Efes şişesi önünde taparcasına bağdaş kuran delikanlı şimdi yirmi dört ayar centilmen! Bacak bacak üstünde, elinde viskisi… Helal olsun!”

‘Eeee! Yeter be!’ diyerek kükremem, yaşımıza başımıza bakmadan Ceyhan’ın burnuna bir tane yumruk yapıştırmam artık an meselesiyken kendimi son anda frenliyorum; Ceyhan’ın yanaklarından süzülen iki damla yaşı görünce boğazım düğümleniyor, yüreğimde bir şeyler çözülüyor. Şimdi Ceyhan’ın sesi acıklı acıklı çıkıyor:

“Bak; Mustafa da senin gibi gitti. Gitti ama terk etmedi be oğlum. Adam gitti, gördü, öğrendi; ama geri döndü. Çocuk bataktaki bir şirketi aldı, uçurdu. Bir sürü insan hâlâ ekmek yiyor onun sayesinde. Bir sürü insanın hayır duasını alıyor. Daha neler yapacaktı kim bilir! Kim bilir neler yapacaktı. Şu Allah’ın belası kamyon…” Birdenbire gözlerini olanca yumuyor Ceyhan, dudaklarını ağzının içine çekiyor, sımsıkı ısırıyor, omuzları pinpon topu gibi zıplamaya başlıyor.

Çakılı kaldığım sandalyeden bir karış ötemdeki Ceyhan’ı izlerken paldır küldür yaklaşan ayak seslerini işitiyorum. Dürdane ile Clara mutfaktan telaş içinde koşarak verandaya geliyorlar. Ceyhan’ı o pozisyonda, -yıkılacak bir biçimde üzerime eğilmiş, yarı ağlamaklı bir halde burnundan solurken- görünce zavallı Dürdane çok mahcup oluyor. Ceyhan’la aramıza girip utana sıkıla kocasını teskin etmeye uğraşıyor kızcağız. Ben serinkanlılığımı korumaya çalışıyorum, “Yok bir şey, yok bir şey,” diyerek hemen kalkıp Ceyhan’ın koluna giriyorum, Dürdane’den koparıyorum onu. Clara, olan biteni kavrayamamanın yarattığı endişeyle, elinde fırın eldiveni olduğu halde sırtımı sıvazlıyor. ‘Her şey yolunda.’ dercesine gözümle bir işaret veriyorum Clara’ya, parmağımı dudaklarıma götürüp kaçamak bir ‘Susss…’ yapıyorum. Ceyhan’ı tutuyorum, kaçırırcasına önce bahçeye oradan da patikaya götürüyorum. Arkamıza bakmadan yürüyoruz. Gölün kıyısını takip ederek iyicene uzaklaşıyoruz bizim evden. Yürüdükçe Ceyhan’ın sinirleri hafif hafif gevşiyor. İkimizin de gevşiyor aslında. Ceyhan biraz konuşabilecek duruma gelince, “Yahu.. Kusura bakma be oğlum!” diyor; ama yüzü hemen yamuk yumuk oluyor, sonra ansızın bir titreme geliyor, titremesiyle boşalması bir oluyor. Onu görünce ben de zor tutuyorum kendimi, usul usul yaşlar süzülüyor yanaklarımdan, “Asıl sen kusura bakma Ceyhan, ben… Ben kırmak istemezdim seni.” Sulu gözlü iki koca adam, tıpkı mahalledeki günlerimizde olduğu gibi kollarımızı birbirimizin omzuna atıyoruz. Efkârlanıp kafaları çekmişiz de, gecenin bir vakti birbirimizden destek alarak birahaneden eve dönüyoruz sanki. Bir ara Ceyhan durup dururken ciddileşiyor, kollarımdan tutup beni kendine çeviriyor, benden bir şey için söz vermemi istiyor:

“Oğlum bak. Bana söz vereceksin.” İçini çekerken burnundan ıslak sesler geliyor Ceyhan’ın.

“Söyle Ceyhan? Yapabileceğim bir şeyse…”

“Yapabileceğin bir şey!”

“Tamam. Nedir?”

“Türkiye’ye ilk gelişinde… Gideceksin. Mustafa’nın mezarına gideceksin. Vefa borcundur.” Buğulu gözlerini dosdoğru bana dikiyor Ceyhan, onu derhal evetlememi beklercesine yüzümü inceliyor. Bakışları nedense sebepsiz bir ürpertiye neden oluyor bende. Kendimin bile zor duyabileceğim bir sesle, pek de düşünmeden “Tamam.” diye geveliyorum. Ceyhan’ın yüzünde beni inandırıcı bulduğuna ya da tatmin olduğuna dair en ufak bir işaret yok. Gözleri yavaşça gömleğimin yakasına iniyor. Sıkılgan, biraz da şüphe uyandıran bir tonla “Hem…” diyecek oluyor; fakat lafın gerisini getirmeden düşüncelere dalıyor. Gömlek yakamın beyaz kumaşında sanki sadece kendi bildiği bir mekân-zamana yolculuk yapıyor, bir vakit sonra da geri dönüyor. “Hem… bence orada senin için çok anlamlı bir de mesajı var Mustafa’nın.”

Mesaj mı? Nasıl yani ‘mesaj?’ Mustafa’nın mezarında?

Ceyhan’ın sır dolu bakışlarını tekrar üzerimde buluyorum. Kendi kendini doğrularcasına başını sallıyor: “Evet. Bilhassa senin için çok anlamı bir mesaj…”

Susuyor! Daha fazla söylemiyor! Kaçırıyor gözlerini. Israr ediyorum, tekrar tekrar soruyorum; yok! Âdeta yemin etmiş, anlatmıyor. “Gideceksin; kendin göreceksin.” diyor. “Hem vefa borcundur.” diyor. “Söz mü?”

“Tamam… Peki… Söz…” deyiveriyorum.

Söz…

Söz ama… (Bakın, inanın bana; şimdi, şu dakikada bile size bunları söylerken yüzüm kızarıyor. Derin bir mahcubiyet duyuyorum. Çünkü…) Verdiğim bu sözü tutamıyorum ben. Olmuyor. Ceyhan’a dediğim gibi ne Türkiye’ye ilk gidişimde, ne ikincide, ne üçüncüde kalkıp da Mustafa’nın mezarına uğramıyorum. Ancak seneler sonra, çok seneler sonra kısmet(!) oluyor. Bir mayıs ayında. Issız bir Pazar günü. Gövdeleri gıcır gıcır salınan, koyu yeşil yaprakları rüzgârla birlikte uğuldayan upuzun servilerin gölgesinde inatla arıyorum Mustafa’nın mezarını. Onlarca baş taşını tek tek okuya okuya. Kan ter içinde kalıyorum. Cılız ve ihtiyar bacaklarım kütük gibi ağırlaşıyor. Gömleğim sırtıma yapışıyor. Bulamayacağım endişesiyle bir ara paniğe bile kapılıyorum; nefesim daralıyor. Soluklanmak için ümitsizce bir ağacın gövdesine yaslanıyorum; bir bakıyorum, tam karşımda Mustafa’nın kabri! İki adım ötemde… Oracıkta… İçinden yabanıl, yeşilli sarılı otlar fışkırıyor; neredeyse mezar taşını bile büsbütün yutacak kadar gür otlar. Gene de okuyabiliyorum: “Mustafa Bayraktaroğlu” yazıyor, “01.12.1974 – 13.03.2023”

Başıma kaya düşmüş de şuurumu yitirmişim gibi öylece kalakalıyorum bir müddet. Mustafa Bayraktaroğlu. 01.12.1974 – 13.03.2023… Aldığınız acı bir haberin ardından, hayatınızın en güzel yıllarını paylaştığınız bir arkadaşınızın öldüğü gerçeğiyle yaşamaya alışmak başka; o arkadaşınızın mezarı başında bizzat dikiliyor olmak başka. Çok daha başka. Çok daha gerçek. Yüreğimden gelen derin bir saygıyla –âdetten olduğu için değil, hakikaten içimden geldiği için- kasketimi çıkarıyorum kafamdan, dostumun yanı başına sessizce çöküyorum. Mezarlar, maziye açılan kapılara benzerler. Şefkat yüklü bir dürtüyle uzanan elim Mustafa’nın üzerini sarmış yabanıl otları yolmaya başladığı sırada zihnim de taaa mahalledeki o eski günlere dönüyor.

Apartmanımızın kapısına yanaşmış kasası eşya yüklü kamyonu; bacak kadar boyuna aldırış etmeden koca koca kutuların, mobilyaların kamyondan alınıp zemin kattaki boş daireye taşınmasına gönülden yardım eden Amerikan tıraşlı sapsarı çocuğu (Mustafa’yı ilk görüşümdü bu. Pencereden, perdenin arkasından kuşkuyla seyretmiştim gelişini.); altın gününde annelerimizin bizi tanıştırmasını; benim şımarıkça büyüklenerek “Bizimle oynamak istiyorsan kan kardeşimiz olman lazım!” diye şart koşmamı; Mustafa’nın uysalca ama bir o kadar da tüyler ürperten bir serinkanlılıkla avucunun içine derin bir çizik atmasını, ucundan şıpır şıpır kan damlayan ekmek bıçağını Ceyhan ve benim dehşet dolu bakışlarımız altında bize uzatıp, masumca “Şimdi sıra kimde?” diye sormasını; yaptığımız futbol maçlarını, tüf tüf savaşlarını, evdeki ıvır zıvırları bir araya getirip kurduğumuz niyetçi tezgâhını (Mustafa, haddinden fazla ‘boş’ koyuyorum diye, haksızlık ediyorum diye bana küserdi hep.), ‘Niyetçiii geldii!’ diye bağırarak sokak sokak dolaşmamızı, aşağı mahalleliden kazandığımız paraları bahçemizin köşesindeki incir ağacının korunaklı dalları altında aramızda paylaşmalarımızı; bir dönem deli gibi sardığımız MonoPoly çekişmelerimizi, Atari oyunlarıyla sabahlamalarımızı; Selin Ablalar mahalleye taşındığında üçümüzün birden Selin Ablaya âşık olmamızı (Çözümü Selin Ablayı aramızda paylaşmakta bulmuştuk. Ben Selin Ablanın yüzünü, Mustafa memelerini alınca Ceyhan’a da poposu kalmıştı. ‘Ben popoyu ne yapim!’ diye bozuk atmıştı bize Ceyhan!); Lise sondayken Ceyhan’ın aklına uyup da gittiğimiz Karaköy’deki genelevin kapısından girişte yaşımızı anlayıp bizi polise verecekler korkusuyla gerisin geriye kös kös dönmemizi; üniversite yıllarında hep Ortaköy’de kutladığımız rakı-balıklı yaş günlerimizi, gittiğimiz rock konserlerini, Taksim’e çıkıp zil zurna sarhoş olduğumuz geceler birbirimize tutunarak mahalleye dönmelerimizi; tinercilerle girdiğimiz o korkunç kavgayı (Ceyhan olmasaydı herhalde leşimizi toplarlardı o gece); askerde üçümüzün de doğuya düşmesini(Ceyhan komando olmayı kendi istemişti.), Mustafa’yla mektuplaşarak birlikten birliğe postayla satranç oynamalarımızı, Mustafa izne çıktığında sürpriz yapıp beni Van’da ziyarete gelmesini… Böyle daha nice anı tıpkı geçmişten kırpılıp uç uca yapıştırılmış bir film şeridi gibi gözümün önünden akıyor. O sırada ilk başta hiç dikkatimi çekmeyen bir şey çarpıyor gözüme. Emin olamıyorum. Sebepsiz bir ürpertiyle uzanıp Mustafa’nın mezar taşının büyük bölümünü örten otları bir perdeyi açar gibi aralıyorum.  Hemen altta bambaşka bir yazı çıkıyor ortaya, bir dize:

“Benim sadık yârim, kara topraktır. Aşık Veysel”

Bir an için boş gözlerle bakıyorum. Sonra Mustafa’nın yirmi senedir(yoksa yirmi beş mi?) işitmediğim yumuşacık berrak sesi kulağımda bir yankıya dönüşüyor: “Benim sadık yârim, kara topraktır.” İçim sızlıyor. Ruhumun orta yerinde bir şeyler çatırdıyor. Sonra… Sonra kafamın içinde bir şimşek çakıyor, pat diye anımsayıveriyorum. Seneler evvel Ceyhan’ın söylediği, çoktandır unuttuğum şeyi anımsıyorum: Mustafa’nın mezarında senin için bir mesaj var. Evet ya; aynen böyle demişti Ceyhan, değil mi? Bir mesaj. Anlamlı bir mesaj. Zihnimin bir köşesinde takılmış plak gibi Mustafa’nın sesiyle “Benim sadık yârim kara topraktır.” dizesi dönüp dururken ben acı acı gülümsüyorum. “Anladım Ceyhan. Anladım. Gayet iyi anladım. Ne demek istediğini anladım. ‘Peki, sen bu topraklara ne kadar sadık kaldın?’ diye soruyorsun. Ha?  Öyle mi? Haklısın… Ne desen haklısın…”

Mezarlığın kapısını örtüyorum. Yeşil boyaları kabuk kabuk dökülmüş demir kapının gıcırtısı o derin sükûnetin içinde varlığımı ihbar edercesine çınlıyor. Az ötede, bir ağacın gölgesine park etmiş duran otomobilin kapısı açılıveriyor hemen: Trak! Ben, yamuk yumuk parke taşlarla kaplı tenha yolun öbür tarafına doğru yorgun ve yaşlı adımlarla ilerliyorum. Otomobilden fırlayan upuzun boylu, geniş omuzlu delikanlı, sırtına kadar inen siyah atkuyruğunu savura savura yanıma koşuyor, koluma giriyor: “Baba merak ettik. Çok sürdü?”

Birlikte karşı kaldırıma geçiyoruz; yürümeye devam ederek kaldırımı da aşıyoruz ve dünyanın en güzel manzaralarından birine açılan, çimenlerle kaplı küçük bir düzlüğe ulaşıyoruz: İstanbul! Bu tepeden bakınca âdeta ayaklarımızın altında! Yanımda oğlum; doğup büyüdüğüm, hayatımın en güzel yıllarını geçirdiğim şehrimi seyrediyoruz birlikte.

“Ezan?”

Gülümsüyorum; evet anlamında başımı sallıyorum oğluma. Tek bir camiden yükselen ezan sesi saniyeler sonra bu koca şehrin dört bir yanından sivrilen diğer minarelerde yankı buluyor. Dinliyoruz. Hem dinliyoruz, hem seyrediyoruz İstanbul’u. Oğlum nasıl bir İstanbul’a bakıyor bilebilmem mümkün değil. Ama benim gözlerim âdeta duvarların içini, ötesini, çok çok ötesini görüyor. Dikildiğimiz tepeye doğru Boğaz’dan yükselen mis gibi bir esinti dudaklarımızı, kulaklarımızı, saçlarımızı serin serin okşarken ben Kadıköy’ü, Üsküdar’ı, Ortaköy’ü, Beşiktaş’ı, Dolmabahçe’yi, Karaköy’ü sokak sokak görebiliyorum. Sultan Ahmed’i, Beyazıt’ı, Topkapı Sarayı’nı, Gülhane’yi, Sirkeci’yi, Eminönü’nü, Yeni Cami’yi, Galata Köprüsü’nü görebiliyorum. Köprünün üzerinden uzayan olta kamışlarını, havada dört dönen martıları, ucuna kurşun bağlı misinaları, içinde fıkır fıkır balıkların kıvrıldığı plastik kovaları capcanlı görüyorum. Mavili, yeşilli plastik balık kovalarını… Yüreğime ince bir sızı düşüyor. Babam geliyor aklıma çünkü. Babam… Rahmetli babam… Balık yemeyi kim bilir ne kadar çok özlemiştir.

“Baba? Sırada ne var şimdi? Nereye geçelim buradan?”

Oğlum ışıl ışıl bakıyor bana. Yemyeşil gözleri ne kadar da annemin, babaannesinin gözlerine benziyor oğlumun; oğlum Can’ın. Can diye çağırdığım ama pasaportunda adı John Tekiner yazan oğlumun…

“Baba?”

Hı? Ne yapalım? Buradan nereye gidelim şimdi? Üzerimdeki melodram yüklü bu ağır ruh halinden sıyrılmama belki faydası dokunur diye abartılı bir coşkuyla avuçlarımı birbirine vuruyorum: “Haydi! Kanlıca’ya inelim oğlum. Size şöyle şekerli kaymaklı bir Kanlıca yoğurdu yedireyim.” Başımla, yolun kenarında duran otomobile yaslanmış, elinde upuzun objektifli fotoğraf makinesiyle hayran hayran Boğaz manzarasını süzen kumral saçlı kızı işaret ediyorum oğluma:

“Hem Cornelia da böyle yoğurt yememiştir daha önce. Değişik gelir. Oradan da babaannene geçeriz. Nişanlınla kaynaşsınlar biraz. Gerçi… Aklı gidip geliyor anacığımın ama…”

Oğlum şakaya yollu yüzünü buruşturuyor, alttan alarak itiraz ediyor:

“Babacım, tamam babaanneme gideriz de; şu şekerli yoğurt işine girmeyelim şimdi, ha? Başka zaman yapalım. Bak dondurma da yedin zaten öğlen. Şimdi şekerin mekerin fırlar. Hı?”

“Oğlum o kadarcık şekerden ne olacak ki! Bilmiyorsun; şöyle az bir şey serpiyorlar yoğurdun üstüne işte. Pudra şekeri.”

“Tamam da baba…” İçime bir kurt düşüyor benim. Kaşlarımı çatıyorum: “Bana bak, annen mi tembih etti sana?” Susuyor bizimkisi. Yüzümü asıyorum, çıkçıklıyorum. “Yahu! Çocuk değilim ben oğlum! He, yaşlandıysak da o kadar moruklamadık daha! Kendi kendimize bakabiliriz! Benim burada sağlığım da yerinde, keyfim de yerinde! Annene rapor verirken babam böyle dedi, diye söylersin! Anladın mı?”

Bir çırpıda bu kadar söz söyleyince nefesim kesiliyor, öksürük tutuyor. Oğlum hafif hafif sırtıma vururken,  “Tamam tamam hemen kızma baba ya.” diyor gülücüklerle süslediği bir tavırla. Öksürüğüm kesilince kolunu omzuma atıyor. Bir arkadaşıymışım gibi aynı. Sonra mühim bir konuya girdiği her halinden anlaşılan bir tonda devam ediyor: “Baba bak; tamam; burada keyfin yerinde, mutlusun. İstanbul gerçekten güzel şehir, ben de seviyorum burayı. Annem de seviyor. Seviyor ama şimdi bu saatten sonra… Bu saatten sonra yapamaz annem burada. Anla bunu. Anlayış göster. Hem… Hem sen de yapamazsın. Şimdilik mutlusun belki ama sonra… Gerçekten, sen de yapamazsın artık burada.”

Bunu duyunca dev bir buz dağına toslamışım gibi olduğum yerde sarsılıyorum. Tüylerim dikiliyor. Demek… demek ben de yapamam artık burada, ha?

“Baba… Haydi! Yapma! Bırak inadı! Bu yaştan sonra böyle pat diye kalkıp da…” Susuyor. Uzun uzun öflüyor. Sonra kulağıma eğiliyor, gayet ciddi ve kararlı bir vurguyla:

“Hem ben anneme söz verdim baba. Seni almadan dönmeyeceğim İstanbul’dan.” diyor.

* * *

GÜM!

“Buyurun efendim.”

Havalimanındayım. Atatürk Havalimanı. Camekânın ardında   oturan mavi kısa kol gömlekli emniyet memuru pasaportuma çıkış mührünü vurdu, biniş kartımı pasaport defterimin arasına yerleştirdi; kibarca uzatıyor şimdi bana: “İyi uçuşlar!” Gençten, temiz yüzlü enerjik bir çocukcağız. Kuzu kuzu alıyorum.  “Teşekkür ederim…”

Sesim öylesine cılız çıkıyor ki…

İhtiyar bir kaplumbağa ile boy ölçüşebilecek kadar ağır bir yavaşlıkla hareketleniyorum: Bir adım, iki adım, üç adım; dördüncüsü gelmiyor. Atamıyorum. Elimde pasaportum, uçağa biniş kartım; peşimde sürüklediğim ufak bavulumla olduğum yerde, Türkiye ile uluslararası bölgeyi birbirinden ayıran çizginin üstünde çakılıp kalıyorum. Pili bitmiş oyuncak bir bebek gibi. Oğlum ve onun dünyalar tatlısı nişanlısı Cornelia çizginin öbür tarafında taptaze bir aşkla el ele tutuşmuşlar; dudaklarında şefkat dolu geniş gülücüklerle, gözlerinde alkışvari ışıltılarla soluklarını tutmuş, sevinçle beni izliyorlar. Bu halleriyle âdeta iki ayaküstüne yeni yeni kalkmaya başlamış tosun bir bebeği “Gel! Gel! Gel!”lerle yürümeye teşvik eden ana-babadan farksızlar. Ben hâlâ kımıldamıyorum. Kontuardaki genç polis memurunun “Beyefendi, bir problem mi var?” diye huzursuz bir nezaketle seslenişini derin bir uğultu gibi de olsa duyuyorum. Ama ayaklarım gitmek istemiyor.  Aklımın bir köşesinde ilkin hayalet kadar silik beliren bir görüntü yıldırım hızıyla beynimin tüm boşluklarını dolduruvermiş şimdi. Bildik bir görüntü… Bir fotoğraf; senelerdir zerre sararmamış, yıpranmamış bir fotoğraf: Babamın kolu annemin gövdesini sımsıkı sarmış; annem, bir ayıbını örtercesine gözyaşlarını saklıyor; küçük kardeşimin sarımtırak yüzünde zorlama bir gülümseme; arkadaşlarım dimdik, gözlerinde cesaret aşılayan parıltılar. Ve havada asılı kalmış kanatlar gibi pır pır çırpınan sıcacık eller…

“Beyefendi iyi misiniz? Beyefendi? Beyefendi? Amcamım? Bey amca?”

Arkama dönüyorum. Dosdoğru, gerisin geriye. Ne kontuarın içinde ayaklanan genç polisi, ne de peşimden endişeyle seslenen oğlumu duyuyorum. Uçsuz bucaksız diyarlarda kaybolmuş bir adamın pes etmiş gözleriyle bitkin bitkin bakıyorum. Bakıyorum… bakıyorum… bakıyorum… Orada, az ötemde, alüminyum bariyerlerin gerisinde birikmiş onlarca yabancı çehrede ta ilk gençliğime dek açılan derin ve ıssız bir boşluk uzanıyor şimdi.

Burak Özdoğan
24 Mart 2010, Prag – 20 Temmuz 2010, Prag

Bu yazı Öykü, Uzun Boylu içinde yayınlandı ve , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

7 Responses to Ya Sev Ya Terk Et!

  1. Serhat Cogan dedi ki:

    Abi ilk okuduğum yazın ”Nah Senin Ulan” idi ve tekrar söylerim ki eline sağlık, güzel ve akıcı bir hikayeydi. Ama bu ”eserini” keşke daha önce okusaymışım. Çok güzel ve sürükleyici bir çalışma. İş yerimde işi bıraktım bunu okudum ve yarımda bırakamadım :D. Eline sağlık abi. Sen yazdıkça okuyacak bi takipçin daha var.

  2. Melike dedi ki:

    Farkliliklar var hali ile… ornegin ben 24unde yola ciktim.
    Tamam tamam zevzeklik etmeyecegim. Ayni midemi burkan, cevabi gelemeyen sorular. Sonra cevaplarindan uzaklasmak istedigim sorular. ama birgun mutlaka demeye devam eden ederken, o bir gunun devamli uzaklasmasi. Ikiye bolundugumu cat diye suratima carptin.

  3. Nesli dedi ki:

    benzer hikayelere sahip insanlarin, ortak anilari oluyormus, ortak yasanmis ya da yasanamamisliga duyulan kirginliklari oluyormus bir kez daha anladim. Kalemine saglik 😉

  4. Nermin dedi ki:

    Bu hikayen beni çok duygulandırdı. biraz seni ,biraz eşimi.(rahmetle anıyorum) birde yurt dışındaki arkadaşlarımı bu hikayen ile özdeşleştirdim. İfaden geçişlerin çok güzel. yüreğine sağlık. inşallah İstanbul’a geldiğinde görüşmek kısmet olur’da biraz daha detaylı konuşuruz. Sevgiler.

    • kalemlikek dedi ki:

      Nermin ablacım teşekkür ederim geri dönüşün için. Bu hikayeyi yazarken kendim başta olmak üzere buradaki ve başka ülkelere gitmiş arkadaşlarımın anlattıklarından da çok kattım içine; hepimizden bi parça katıp kurguyu oluşturmaya çalıştım. Bir sene belki bi parça daha da fazla sürmüştü bitmesi. Sevgiler

  5. Nermin Karahan dedi ki:

    Burakcığım hikayeni bir solukta okudum diyebilirim. Zaman zaman çok duygulandım, yeri geldi tebessüm ettim. Kah içim buruldu gözlerim doldu. Ama geçişlerin harika. İnsani bir yerde devamı nasıl geliyor diye meraka düşürüyor. Mesela ilk anlarda senin gidiş hikayen diye okurken babanın ölümü sanki gerçekmiş gibi yüreğimi sızlattı. Sözün kısası sen bu işi çok güzel götürüyorsun. Devam sevgili kuzen. Seni ve oğlunu çok öpüyorum. Sevgiler. y

Serhat Cogan için bir cevap yazın Cevabı iptal et